Hayaletlerle çevrili bir yaşam: All of Us Strangers
6 mins read

Hayaletlerle çevrili bir yaşam: All of Us Strangers

Andrew Haigh imzası taşıyan “All of Us Strangers,” Yamada Taichi’nin 1987 Tokyo’sunda geçen romanından ilham alıyor ancak Haigh, hikayeyi çağdaş Londra’ya taşıyarak ve kahramanın cinsiyetini değiştirerek yeni bir yorum getiriyor. Film, yönetmenin önceki çalışmalarına paralel olarak ilişkilerin karmaşıklığını ve karakterlerin içsel yolculuklarını keşfetmeye odaklanıyor. “45 Years” (2015), “Weekend” (2011) ve HBO dizisi ‘Looking’ (2014-16) gibi, “All of Us Strangers” da insan ilişkilerinin derinliklerine iniyor, farklılıkların ve travmanın bu ilişkilere etkisini inceliyor.

Andrew Scott, Adam rolü ile karşımıza çıkıyor ve yazması gereken bir senaryoyla mücadele ediyor. Açılış sekansında Londra’nın alacakaranlığında, dairesinin pencerelerinden yansıyan yüzünü görüyoruz; sonsuz gökyüzü, derin ve koyu mavi bulutlarla dolu. Adam’ın apartman penceresinden yansıyan yüzü, film boyunca devam eden unutulmaz bir motif haline geliyor. Dış dünyayla bağını yitirmiş gibi görünüyor Adam, neredeyse zamanın içinden çekip çıkarılmış bu gökdelenin içinde baş edemediği geçmişin yükü sanki daha da ağırlaşıyor. Filmdeki müzik seçimleri de bu motife hizmet eden bir yerde duruyor. Anlara eşlik eden her bir müzik açıkça hissedilen bir duyarlılıkla tercih edilmiş gibi. Erasure ve Alison Moyet gibi sanatçıların yanı sıra, Frankie Goes to Hollywood ve Pet Shop Boys gibi hit şarkıların sözlerinin senaryoya etkileyici bir şekilde işlenmesiyle hikayenin duygusal derinliği katmanlanıyor.

DUYGUSAL YALNIZLIK

Bir gece, binanın diğer sakini Adam’ın kapısını çalıyor. Sarhoş ve oldukça çekici olan Harry (Paul Mescal) ile Adam arasında o gece hiçbir şey yaşanmasa da zamanla aralarında duygusal bir bağ gelişmeye başlıyor. Duygusal yalnızlık Adam ve Harry ilişkisi üzerinden vurgulanıyor. Harry (Paul Mescal), genç, eşcinsel ve kendi içsel savaşıyla boğuşuyor. Aralarındaki dinamikte belirgin bir kırılganlık ve arzu mevcut. Öte yandan Adam, çocukluğunun geçtiği evi araştırmak için Dorking banliyösüne bir ziyaret gerçekleştiriyor ve bu ziyaret sırasında ölmüş anne ve babasıyla (Claire Foy ve Jamie Bell tarafından canlandırılan) karşılaşıyor. Anne ve baba, değişmemiş, yaşlanmamış ve hala tam olarak 30 yıl önceki gibi, çocuk Adam’ın hatırladığı gibi… Foy ve Bell, geleneklere göre hareket eden bir çifti mükemmel bir şekilde tasvir ediyor. Sevgi dolu ve saygılılar, ancak oğullarının dünyasını sorgulamaya ve anlamaya dair kırılgan bir isteksiz içindeler.

Adam geçmişte yaşıyor, bir anlam, bir bağlantı, bir kurtuluş, bir yol arıyor. Maruz kaldığı homofobinin geçmeyen izleri ile yaşamaya çalışırken ebeveynlerinin artık olmayışlarını kabul edememenin sancısıyla mücadele ediyor. Eve dönmek isterken bir yuva kurmayı diliyor. Fakat bu ikisi arasındaki farkı öğrenmesi için anne ve babasına veda etmesi gerekiyor.

Adam’ın eşcinsel kimliğini açıklaması ile annesinin “çok yalnız bir hayat tarzı” olacağı şeklindeki düşüncesi, ailelerin çocukları hakkında “böyle düşünmek istemediği” şeklindeki refleksif tepkisi ve süreci anlamak yerine sonuçları belli yargılara hapsetmesi; bunlar, o dönemin yaygın ve baskın görüşlerine ikna edici bir şekilde atıfta bulunuyor. Ve aslında Adam, annesinin bu sözlerinde varoluşunda değişmeyen tek şeyin yalnızlık olduğunu fark ediyor.

“Kendi ailemde bile hep bir yabancı gibi hissettim” diyor Adam. Bu cümleyi söylerken aslında bu duygunun birçoğumuz için yaygın olduğu düşüncesi akla düşüyor. Yaşadığımız bedene bile yabancılaşırken anlamı deneyimlemenin güçlüğü pek çok şeyi sınırlandırıyor. Fakat sığınılacak ya da acıyı alacak tek edim hayal etmek ise yabancılıktan aşinalığa uzanan bu yolculuğun bir parçası olduğumuzu kabul etmek gerekiyor.

Her ne kadar rahatlatıcı bir deneyim sunsa da Adam, bu hayali buluşmaların sonsuza kadar sürmeyeceğini fark ediyor ve ardından bir dizi dokunaklı veda anı yaşanıyor. Ancak, bu gerçekliği kabullenmek kolay değil. Film, sadece karakterin çocukluk travmalarını hafifletmiyor, izleyicilere bir tür katarsis yaşatıyor. “Sen ağlarken odana hiç gelmediğim için özür dilerim”, “Her şey yolunda merak etme her şey yolunda” sözlerini duymaya ihtiyaç duyanlar için bir tür terapi gibi.

‘HALA ARAMIZDALAR’

Bir ebeveyninizi ya da yakınınızı aniden kaybettiyseniz ve onlara veda etme veya söyleyemediğiniz her şeyi ifade etme fırsatını yakalayamadıysanız bu hissini bilirsiniz. Şimdi, onların yokluğunda, sanki hala oradalar gibi hissedersiniz ve bunu sadece hayal edebildiğiniz kadar yaşatırsınız. Siyaset mi tartışırdınız yoksa iş hayatınızın yolunda gitmeyen seyrini mi? Öfkenizi mi kusardınız ya da tüm kalbinizle haykırdığınız sevginizi mi? Belki sizi överlerdi ya da kim bilir, sizi reddederlerdi. Bilmeden, sanki hala aramızdalarmış gibi düşünmeye çalışırız. Onların bizi affettiğini, kabul ettiğini ya da onların tek bir cümlesi ile geçmişi affedebildiğimizi umarız ve durmaksızın hayal ederiz. Bazı günler, adeta hayaletlerle çevrili bir yaşam sürüyormuşuz gibi hissederiz, mış gibi yapar kendimizi telkin eder, bir teselli veririz. “All Of Us Strangers” işte tam da böyle bir yerden dokunuyor ve filme dair pek çok şeyi sorgulama yetisini sınırlandırıyor.

Filmin sonunda kaybettiğimiz sevdiklerimize iyi olduğumuzu, endişelenmelerine gerek olmadığını var gücümüzle haykırmak istiyoruz. En azından hayal ettiğimiz müddetçe duyacaklarına eminiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir